Gece yarımdı galiba, her defasında önünden geçtiğim çorbacının henüz kapatmadığını görünce istemsizce içeri girdim. Birkaç masa haricinde boş sayılırdı. Sokağa bakan en baştaki masaya geçtim. Günün verdiği yorgunluk omuzlarımda beliriyordu. Ortamın sessizliği uzaklara dalmama neden olmuştu ve ne düşündüğüm hakkında da zerre fikrim yoktu, hatırlamıyorum. Kenarından taşarcasına doldurulmuş çorbam gelince ben de kendime geldim. Pek bir şey düşünmem ben, çorbamı içerken de öyle yaptım, sadece boş boş sokağa baktım. Vaktim de düşünecek şeylerim de yok zaten.
Onu ilk duyduğumda çorbamı yarılamıştım. Kadife sesi ve akıcı konuşmasıyla dikkatimi çekmişti. Biraz duraksadıktan sonra istemsizce kulak verdim konuşmalarına. Normalde yapmam ama bu böyle biline. Dükkânın camından yansıyan salonda çaktırmadan onu görmeye çalışıyordum ama gördüklerim konuşmadığı için sırtı bana dönük olandı. Grup olarak bir proje verilmişti anladığım kadarıyla ama projenin konusunu anlamamıştım ya da ben gelmeden önce o fasılı geçmişlerdi. İç sesim yaptığım haraketlin ne kadar yakışıksız olduğunu söylese de O’nun sesini duyduğum her an yeniden kulak kabartıyordum.
Çorbamı bitirmiştim ve oradan ayrılmak istemiyordum. Bir süre öylece dışarıyı izledikten sonra onların masayı toplamaya gelen garson “Çay alır mısınız?” diye sordu, memnuniyetle kabul ettiler. Bulunmaz bir fırsatmışçasına benim masaya yönelen garsondan ben de bir çay istedim, ama demli olsun diye. Sesini o kadar içselleştirmiş ve özümsemişim ki “başladı yine benimki” diye içimden geçirdim. Kendimi yansıyan camda gülümserken gördüm.
O, sürelerinin kısıtlı olduğu ve metrajın da en fazla yirmi beş dakika olabileceğini söylüyordu. Anladığım kadarıyla kısa metrajlı bir şeyler çekmeleri gerekiyordu. İçten içe filmin ya da her neyse çekecekleri konusunu merak etmeye başlamıştım. Uzun boylu olan genç delikanlı kendi fikrinin mantıklı olduğunu öne sürdü, yanındaki kız da “Bunu daha dün konuşmuştuk, hiç gerçekçi gelmiyor hikâye” diye çıkıştı. Kısa gülüşmeler, gelen giden çaylar derken saat ikiye gelmişti ve beni bekleyen bir uyku ve sabahın köründe yola revan olmam gereken sıkıcı bir işim vardı, geç de olsa hatırladım. Ama bulunduğum yerden de ayrılmak istemiyordum. Kafamda yine bir şeyler düşünmeye başlarken yine O’nun sesi ile dağıldı sis perdesi. “Arkadaşlar saatin farkında mısınız? Sabah okul ve ilk ders sınav!” Anladığım kadarıyla kalkacaklardı ve ben büyük ihtimalle bir daha duyamayacaktım bu sesi.
Tüm cesaretimi topladım, sandalyemi yana çevirip “Affınıza sığınarak bir şey sormak istiyorum. İstemeyerek de olsa konuşmalarınıza kulak misafiri oldum. Merak ettiğim bir konu var. Çekeceğiniz şeyin konusu nedir?” Hepsi birden dikkatlice dinlemişlerdi söylediklerimi hatta O’nun yanındaki arkadaşı da benden tarafa dönmüştü ama O sadece hafiften başını çevirmişti. Aralarında kısa bir bakışmadan sonra O’nun karşısındaki delikanlı “Söylememizde bir sakınca yok değil mi Bilge?” Bilge, güzel isim, hem de ses tonuyla uyumlu. Demek ki isimler gerçekten insanların ruhlarını ve karakterlerini yansıtabiliyormuş diye içimden geçirdim o kısacık süre içerisinde. Bilge de “Elbette bir sakıncası yok, kısa filmimizin konusu İmkânsız Aşk” dedi. Anlık bir düşünme süresi sonrası, “Aşkın kendisi bizatihi bir ömre sığamazken imkânsız olanını nasıl yirmi beş dakikaya sığdıracaksınız?” deyiverdim. Bir sessizlik bürüdü ortamı. Birbirlerine bakıyorlardı, mekânda bizden başka kimse kalmadığı için garson da bizi dinliyordu bir cevap gelir mi acaba diye kasanın yanı başında kollarını bağlamış bir şekilde.
Bilge, yanındaki arkadaşının omzundan tutunarak geriye doğru dönmeye çalıştı. Gözünde en az gece kadar karanlık bir gözlük vardı ve tam olarak bana dönmeden çıkış kapısına bakarak “Kesinlikle haklısınız, ben de birkaç gündür arkadaşlara bunu anlatmaya çalışıyorum, pardon adınız neydi?”
Kısa bir duraksamanın ardından “Gökhan“ dedim hafif kısık bir sesle. Bakışlarım Bilge’ye kitlenmişti, anladığım kadarıyla görme ile ilgili bir sorunu vardı. İçimden bu hal ile alakalı başka bir kelime geçti ama bunu ne kendime yakıştırabildim ne de O’na, hatta kendime bile kızdım bu kısacık zaman zarfında “Nasıl böyle bir şey geçirebilirsin aklından” diye.
“Memnun oldum Gökhan, eğer rahatsızlık verdiysek konuşmalarımızdan çok özür dileriz, malum bazen konuşmalarımızın tonu yükselebiliyor.” dedi yine boşluğa bakarak. Sırayla diğer arkadaşları da adlarını söylediler ama inanın şu an hiçbiri aklımda yok. Garson yavaştan masalardaki sandalyeleri ters çevirerek koymaya başlamıştı ve ortamdaki hiç kimsede saatin bu kadar geç olduğunun farkında değildi. İçlerindeki delikanlı “Kusurumuza bakmayın sizi de çok geçe bıraktık” dedi mahcup bir edayla. Garson “Estağfurullah, zaten gece üçe kadar açığız. Bu saatten sonra kimse pek gelmez ben de bir yandan hazırlık yapayım dedim. Dilerseniz çaylarınızı tazeleyeyim ikramımız olsun”
Herkesin yüzünde bir tebessüm ama Bilge’nin yüzünde bir ay parlaması, seve seve kabul edercesine başımızı salladık. Kıyısından köşesinden de olsa konuya dahil olduğumu düşünüp Bilge’ye “Peki senin fikrin nedir Bilge” dedim biraz doğrularak. Bilge sesimi takip etmiş olacak ki yüzünü tam bana dönerek “Senin de dediğin gibi, aşkın bizatihi süreç olarak yıllar aldığı ortada. Benim naçizane fikrim, aşkı anlatmak yerine bu imkânsız aşkın bedelini anlatmak. Yani sonucunu gösteren, ama içinde sonsuzluğu da ifade eden kısa bir beş dakikalık giriş ve devamında yirmi dakikalık bir sabitlenmiş devam sahnesi.” Yanındaki kız arkadaşı “Biz bir şey anlamadık kaç gündür Gökhan eğer sen bir şey anladıysan bizi de aydınlat lütfen.”
“Galiba…” diyebildim sadece. Aslında ben de pek bir şey anlamamıştım ama bozuntuya vermemek adına anlarcasına bakışlar sergiledim. Bu esnada kendimi mi yoksa onları mı kandırdım bilmiyorum. Bilge arkadaşlarına başını çevirerek “Gördünüz mü? Anlayan birileri çıkıyormuş.” Kısa gülüşmelerin ardından Bilge hafif bana dönerek biraz da ortaya “Aslında olay şöyle gelişti aklımda” Herkes pür dikkat O’nu dinliyordu. Onlar anlatacaklarını ben ise kadife sesini dinliyordum. İşi gücü unutmuş bir vaziyette çenemin altına koyduğum elimle dinlemeye koyuldum dikkatimi bozmadan, Bilge de biraz heyecanla anlatmaya başladı.
“Pyramus ile Thisbe hikayesini duydunuz mu bilmiyorum. Pyramus Babil’in en yakışıklısı, Thisbe ise en güzelidir. Birbirlerine komşu evlerde yaşayan iki genç âşık olurlar ancak aileleri evlenmelerine izin vermez. Kaçmaya karar verirler. Dut ağacının altında buluşmak üzere sözleşirler. Thisbe dut ağacının orada avından dönen bir aslanla karşılaşınca bir mağaraya sığınır ancak kaçarken atkısını düşürmüştür. Aslan atkıya kan bulaştırır. Bunu gören Pyramus, Thisbe’nin öldüğünü düşünerek kılıcını kalbine saplar. Kanlar toprağa, oradan da dut ağacının meyvesine ulaşır ve bembeyaz meyve kızıla döner. Thisbe mağaradan çıkıp ağacın oraya gelince Pyramus’u kanlar içinde bulur ve o da kılıcı göğsüne saplayarak kendini öldürür.”
O kadar akıcı ve tatlı anlatıyor ki o kadife sesinden büyülenmişçesine dinliyorum, yalnızca ben değil hepimiz böyle dinliyoruz. Anlatırken zaman merfumu ortadan kalkıyor sanki, garson bile çayları getirirken hipnotize olmuş bir şekilde geliyor ve gidiyor. Hani Ekmek Teknesi dizisi vardı yıllar önce izlediğimiz. Orada bir Herodot Cevdet karakteri vardı hikâye anlatan kahvehanede. Tam o kıvamdayız işte hepimiz, hatta çaylarımızı bile aynı şekilde yudumluyoruz hep birlikte. Devam ediyor Bilge.
“Bizim kısa filmimizin hikayesi de Pyramus’un geri döndüğünde Thisbe’i o vaziyette görmesiyle başlar. Kabullenemez bu durumu ve aşkını o dut ağacının altına defneder. Tüm engellemelere rağmen mezarının üzerine yatar. Aç susuz bir vaziyette haftalar geçer üzerinden, Pyramus bitkin düşmüş haldedir ve bir zaman sonra ağzından tek bir cümle çıkar”
Hepimiz merak içinde Bilge’yi dinlerken kasanın yanındaki garson “Yapma yaaa” deyiverir üzgün bir ifadeyle. Bilge’nin yanındaki arkadaşı gözleri dolmuş şekilde “Eee ne dedi ne dedi” diye sorar biraz da meraklı bir şekilde. Bilge’nin yüzünü bir tebessüm kaplar. Mutlu olmuştur çünkü arkadaşlarının ve bizim dikkatli bir şekilde onu dinlememiz. Devam eder O’da çayından bir yudum alarak.
“İşte tam bu sahne yirmi dakika sürmeli sonsuzluğa atfen. İmkansızım, bir ömür sürdü sana kavuşmak, affet seni beklettiğim için der ve son nefesini verir.”
Ben dahil hiç kimsenin ağzını bıçak açmadı bir süre. Sanki zaman durmuş, nefes dahi almıyor gibiydik. Yutkunamıyordum bile. Garson da dahil hepimiz alkışladık Bilge’yi, kimimiz gözü yaşlı kimimiz de hayretler içinde. Sessizlik bir süre daha devam etti, ortamda sadece son yudumlarını aldığımız çayın tabaklara konma sesi vardı. Arkadaşları ikna olmuştu ve anlaşmışlardı. Ben öyle hayran hayran sadece izliyordum. Galiba dediğim hikâyenin bu noktaya gelebileceğini hiç düşünmemiştim. Böyle bir anlatım, böyle bir mizansen görmemiştim. Saat sabahın üçünü de geçmişti ve garson “Lütfen kusuruma bakmayın ama dilerseniz kapatalım artık, ama sayenizde çok keyifli ama bir o kadar da duygu yüklü bir gece geçirdim.” dedi. Hepimiz birden ayağa kalktık, hesaplarımızı ödedik ve çıkışa yöneldik. Bilge çıkış kapısının önünde “Tanıştığımıza çok memnun oldum Gökhan, umarım yine karşılaşırız iyi geceler.” diye elini uzattı. “Yüreğine sağlık, ben de çok memnun oldum Bilge, çok isterim yeniden sohbet etmeyi” dedim.
Gittiler kol kola girerek. Arkalarından bir süre baktım öylece, yorgun adımlarla evin yolunu tutum. Gece nasıl başladı, nasıl bitti diye düşünürken aklıma Bilge’nin ilk yüzünü gördüğümde düşündüklerim geldi. Bir kez daha utandım ve içimden dedim ki;
“Kim asıl kör olan, görmeyen mi yoksa görmeyi bilmeyen mi?”