Yağmurlar mıydı buraya getiren yoksa beni de mi içine çekiyordu bu “garip” şehir bilmiyorum ama bu sefer çok daha fazla kalma imkanım oldu ve tabi ki de gezme.

Anadolu’nun herhangi bir kentinden buraya gelmek büyüleyici gelebilir hatta her defasında bile ama burada yaşayan, yaşamak zorunda olanlar için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Büyük bir girdap düşünün okyanusun içinde, her şeyi içine çeken, işte oranın adı İstanbul.
Adımını atmışsan eğer yaşamak için sınırlarından içeriye neresinde yaşadığının bir önemi yok ayak uydurmalısın hızına. Değer verdiğin, vereceğini düşündüğün her şeyin sıralaması burada her an değişiyor. Değiştirmezsen eğer kendi isteğinle şehir zoraki bir şekilde değiştiriyor seni. Sen iste yada isteme ilk sıraya “zaman” metaforu yerleşiyor ve bu zaman senin geriye kalan her önceliğini, duygularını, hislerini, yemeni içmeni, arkadaşlıklarını hatta aşklarını bile kendine göre sıralıyor.

Şehrin en kalabalık noktalarından birinde bir köşeye oturun ve seyredin. Ama öyle her zamanki gibi şehri değil, bu sefer insanları. Hangi yüzü görseniz her bakışınızda farklı hissettiriyor insana. Bir bakıyorsunuz yorgun bir insan, bir bakıyorsunuz heyecanla hayatın ritmine uyum sağlamış. Bir bakıyorsunuz deli gibi tutkulu, ama her daim ayakta.

Onca keşmekeşin içerisinde fark edeceksiniz ki unutmadıkları tek şey var oda sarılmak. Zaman mekân fark etmeksizin insanların birbirlerine sarıldıklarını göreceksiniz. Zamanın kıymetini bilen insanları şehri İstanbul’da sarılmak nefes almak gibi bir parçası olmuş insanların.
Fark edeceğiniz diğer bir nokta ise insanların bu temponun içinde yaşadıkları anlık durgunluklar. Hani yaklaşsanız, sorsanız “Neyin var? Anlat bakalım” diye saatlerce anlatacaklar nefes dahi almadan. Öyle dolular aslında gözlerinin arkalarında. Yaşayamadıkları bir kişilik daha var hasretle uzaktan baktıkları, buğulu iç çekişlerin ruhlarını yıpratan. Şehrin iki yakasını bir araya getiren boğaz bazen insanları bir araya getirmeye yetişemiyor. Günlerce hatta haftalarca birbirini görmeyen yaralı gönül dolu bu kent. Demiştim ya hani girdap bu şehir, akıntısına kapılan kolay kurtulamıyor çaba sarf etmeden.

Şöyle bir çıkıp dolaşayım, bir de kendi gözümle göreyim şu anlatılan İstanbul’u derseniz eğer boğazın en daraldığı noktaya kadar gelmelisiniz. Kadıköy olur, Karaköy olur bir noktaya gelin. Kendiniz ne kadar yavaş olsanız da bu şehrin ruhu sizi yaka paça kalabalığın arasında sürüklemeye başlıyor önce. Ardından hızlı hızlı yürüyen insanlardan biri olup çıkıyorsunuz sizde. Bu ayak uydurmanın ilk altın kuralı, yavaşlarsanız düşersiniz, üzerinize kimin bastığını bile görmeden ezilip gidersiniz yada sürüne sürüne dönersiniz geldiğiniz yere. İlk altın kuralı başarıyla geçtikten sonra ikinci bölüme geçebilirsiniz. Şayet küçük bir şehirde yaşıyorsanız gördüğünüz her şey size çok farklı gelecek. O kadar çok çeşit insanla rastlaşacaksınız ki içinizden “ben bugüne kadar gerçekten insan görmemişim” diyeceksiniz. Hele o geldiğiniz şehirdeki adetleri ararsanız yada yapmaya çalışırsanız inanın ilk yorulan siz olursunuz. Mesela ben öcü gibi bakmalarına alıştım mesela. Otobüste, minibüste, metroda yada tramvayda yer verilmesi gerekenlere yer veririm her zaman. Bazen tartışmalı da olsa bu yer gösterme kazanan bu zamana kadar hep ben oldum.

Neyse konuyu daha fazla dağıtmadan asıl meselemiz insana dönelim.

Garip bir şehir burası insanından ötürü. Bir köşede birileri kavga etse çoğu insanın kılı dahi kıpırdamaz ama deli gibi sokak performanslarına, hele ki o gitar çıkmasın ortaya hep birlikte eşlik ederler. En dar zamanlarda bile ayak üstü iki lafın belini kırarlar. Tüm mekanlarda bazen haddi aşan bir insan kalabalığı göreceksiniz ve ardından “Bunlar ne ara çalışıyor” diyeceksiniz ama öyle bir insan sirkülasyonu var ki değişimi fark edemeyeceksiniz. Kalabalık, çok kalabalık…

Son söz;

Yolunuz düşerse eğer kısa süreliğinede olsa, uyumayın. Şehr-i İstanbul’u yaşayın.

3.7 3 votes
Article Rating